Mehmet Evren Hacıoğlu ile söyleşi…

Enstrüman yapmanın bana getirdiği en büyük kazanç tanıştığım insanlar. Bu işe kalkışmasam hayatım boyunca tanıma fırsatı yakalayamayacağım insanlarla tanıştım. Onlardan bir çok şey öğrendim.

Bir yapımcı için sazını iyi tanıyan icracı kadar öğretici bir şey yoktur. Sevgili Mehmet Evren Hacıoğlu da çok şey öğrendiğim insanlardan.  Sevgili Cem Unutmuş’un büyük çabalarla çıkardığı Buca’nın güzel dergisi Üzüm Kokan Semt‘in 8. sayısı için Mehmet Evren ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Buyrunuz:

(Fotoğraflar: Ana Salazar)

 

  • Engin: Sevgili Mehmet Evren, öncelikle bu röportajı kabul ettiğini için çok teşekkür ederim. Sanıyorum yedi yılı aşkın bir zamandır senle tanışıyoruz ve bu tanışıklık hem dostluk hem de enstrüman yapımı açısından benim için çok büyük şans oldu. Öncelikle klasik bir giriş sorusuyla başlayalım istiyorum. Sanıyorum Üzüm Kokan Semt okuyucuları arasında sana aşina olmayanlar vardır. Onlar için bize kısaca kendinden, müzikle olan ilişkinin nasıl başladığından bahseder misin lütfen?
  • Evren: Esas ben böylesi kıymetli bir yayına layık gördüğünüz için sizlere teşekkür ederim. Her bireyinin müzik ile bir bağlantısı olan bir ailede yetiştiğimi söyleyebilirim. Dayım TRT sanatçısıydı. Tabii burada esas olan kişinin o büyüleyici dünya ile hayretler içinde ilk tanıştığı an… O anı bağlamayı ilk elime aldığımda yaşadığımı söyleyebilirim ama tarifini yapmam çok güç…

  • Engin: Özellikle öğrencilik dönemlerinde mahalli sanatçıları sıkça ziyaret edip onlarla uzun zaman geçirdiğini biliyorum. Muğla, Aydın, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Gaziantep gibi pek çok yerlere gitmişsin. Bu gezilerin ve tanışmaların senin ve müziğinin üzerindeki etkisi ne oldu? Etkilendiğin isimlerden bahsedebilir misin?
  • Evren: “Geleneksel” olarak adlandırdığımız müziklerin önemli noktalarından biri kanımca, eser dağarcığının çokluğundan öte yoruma dayalı ustalık sergilenmesidir. Öyle ki bir bölgede, 70-80 yıl aralığında yeni bir eser çıkmakta… Benim ilgimi çeken ilk nokta bahsettiğiniz bölgelerdeki ustalarımızın eser icralarının zarafeti oldu. Bu hususta nasıl yetiştikleri, yetişme süreçlerinde müziğin yanında ne gibi müzik dışı bilgiler edindikleri ve duruşları gibi birçok konu ile ilgili soruların cevabını bulmak niyeti ile yollara düşmüştük…

Müziğimiz sadece müzik becerileri geliştirilerek öğrenilebilen bir yapıya sahip değil. “Sezgisellik” olarak bir nebze tanımlayabileceğimiz bir süreç ile birlikte ilerlemekte. Dolayısı ile bir araya geldiğim her ustamızın kelamları birer mücevher değerinde. Ayrıca icra edilmekte olan bir müzik geleneğinin tınılarına yerinde maruz kalmanın lezzetini tasvir etmekte çok güç.

 O ustalarımızın haklarını hiçbir zaman ödeyemem… Ramazan Güngör(Fethiye), Doğan Zentur (Germencik), Metin Öge (Keskin), Emin Tenekeci (Aydın), Mehmet Kayık (Akşehir), İbrahim Öztürk (Gaziantep) bu ustalarımızdan bazıları. Tanışma imkanı olmasa da Saadettin Doğan’ın, Hüseyin Doğan’ın ve Şirvaz Baran’ın üzerimdeki etkisinin çok olduğunu düşünüyorum…

  • Engin: Evet, çok önemli gerçekten, ikinci elden değil de kaynağında görmek. Yüksek lisans da yaptın değil mi? “Gaziantep Yöresi Türkmenleri Barak Ağzı Uzun Havalarının Müzikal Analizi” bu konu nereden aklına geldi? Nasıl bir çalışma oldu biraz bahseder misin?
  • Evren: Davul-zurna müziğinin çok önemli merkezlerinden bir tanesi “Barak” bölgesidir. Davul Zurna müziğine olan büyük hayranlığım ve hocamın beni yönlendirmesi ile 2007-2009 yılları arasında çalışma şansım oldu. Yüksek Lisans düzeyinde bir yayın…. 
  • Engin: Doktora? J
  • Evren: Şimdilik dursun… 
  • Engin: Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Devlet Türk Halk Müziği Korosunda olan asli görevinin yanında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde de dersler veriyorsun epeydir. Ama halk müziğinin “okullu” olmasını çok benimsemediğini biliyorum.J Bu müziğin ve dolayısıyla da kültürün aktarımı için nasıl bir yol daha doğru olur? Öğrenciler nasıl? Genel olarak halk müziğine yaklaşımları, ne yönde? Gözlemlerin nelerdir bu konuda?
  • Evren: Oldukça zor bir soru. Yanıtım tartışmaya açık olmakla birlikte “mutlak doğru” iddiasından uzak, naçizane bu süreçte deneyimlemiş olduğum koşullar ile ilgili olarak kendi görüşümü yansıtmaktadır.

 Sanat eğitiminde en önemli nokta öğrenciye “güzel”,”estetik” gibi kavramların  açıklanması ve zihninde bir fikir oluşturulmasıdır. Bu kavramlar her ne kadar kişisel olarak algılansa da, sanat gelenekleri içerisinde somut veriler ile tarif edilebilir bir şekle bürünmekte. Bu kavramların algılanması  ise, öğrencinin ön yargılarından sıyrılması ile mümkün oluyor. Öğrenci, aklınızın almayacağı kabullenmeler ve zanlar ile müzik eğitimine başlamakta. Zaten en az iki yıl bu yargıları yıkıp, öğrencinin hakikat ile yüzleşmesini sağlamakla geçiyor.

Bu topraklar üzerinde icra edilen bütün sanatlar gibi, müziğimizin de uyguladığı yöntem, kişilerin taklit ile belli becerileri sergiledikten sonra kendinden zuhur eden müziği, ortaya koyabilmesidir. Yani  Anadolu dili ile söylersek “gönlünün düştüğü çiçeklerden nasip alıp kendi balını yapması”… İcracının kendine has bir tonunun, nüanslarının, repertuarının olması gibi birçok unsur belirleyici niteliktedir. Günümüzde ise bu noktadan çok uzağız. Çoğunluk bağlamadan aynı tonu çıkartmakta. Çoğunluk aynı nüans ve teknikler ile eserleri icra etmekte. Ve esas korkunç tarafı bütün bunlar olurken bugün otorite olarak kabul ettiğimiz hocalarımızın bu durumu takdir etmeleri, “işte budur, böyle olmalıdır” demeleri…

Bahsettiğim ön yargılar işte bu kabuller ile oluşmakta. Oysaki “sanat” kavramına bütüncül yaklaşmak gerektiği kanaatindeyim . Ve kanımca bütün sanat dalları, sanatçılardan bağımsız olarak, birbiri ile iletişim halinde… Müzik eğitimine talip bir bireyin asgari düzeyde mimari, hat, tezhip, resim, fotoğraf, edebiyat (bilhassa medeniyetimizin kadim formları) ile ilgili fikir sahibi olmaları; sosyoloji, felsefe, teoloji gibi sosyal bilimlerin verilerini kullanabilmeleri, “tasarı ve tasarım nedir?”, “Anadolu’muzdaki müzik yollarındaki yansıma ve uygulamaları nasıl olmaktadır?” gibi soruları cevaplayacak düzeyde bir bakış açısı kazanmaları tercih değil, elzem düzeyde bir mecburiyettir.

Bütün bunlar, kişilerin ciddi bir çalışma performansı sergilemeleri gerektiren konular. Düşünün saydığımız çalışmaları yaparken, bir yandan günde en az sekiz saat enstrüman çalışmanız gerekiyor… Oysa ki konservatuar ortamı olabildiğince büyülü. Sanatın tabiatı gereği rahat… Öğrencinin böyle bir ortamda, müziğe odaklanması samimi bir müzik tutkusu gerektirmekte.

İşin yüzleşilmesi gereken noktası ise böyle bir tutkuya sahip olan yetenekli bir öğrencinin zaten her koşulda müziğe emek vereceği gerçeğidir. Bu yapıdaki bir bireyi “biiznillah” müzikten koparamazsınız. “okullu” olmaya ihtiyacı yoktur. Bir ustaya ihtiyacı vardır. Zaten“geleneksel” olarak tabir ettiğimiz öğretim üsluplarında “okuldan kişiye” değil “kişiden kişiye” aktarım yapılmaktadır.

Dolayısı ile yukarıda bahsettiğim genişlikte bir birikime sahip olunabilecek müzik dışı bir bölümün okunması, daha mucizevi sonuçları ortaya koyabilir.

Naçizane önerim icra bölümlerinin enstitü düzeyinde, müzik dışı bölümlerde, ders başarıları yüksek olan sınırlı sayıda üstün yetenekli öğrencileri kabul edip, eğitim vermesidir. Ve/veya yetenek sınavlarında yüksek puan şartı olmalıdır ki öğrenci başka bölümü kazanamadığı için değil, müzik okumak için gelsin…

  • Engin: Evet, ben de, genel olarak bizim memlekette neyi öğrenmek istiyorsan onun okulundan uzak dur derim hep :). Zor konu gerçekten…

Biraz albümlerden bahsedelim mi? Damen, Kışlalar Lal Oldu, Bir Güzelden Yadigardır Bu Sevda Nasip Olur Amaysa’ya Varırsam… Hepsi de, özellikle geleneksel icra bakımından birbirinden güzel albümler. Mesela “Kışlalar Lal Oldu”, tek başına çalıp söyleyip Almanya’da kaydettiğin bir albüm değil mi? O süreç nasıl gelişti?

  • Evren: Kıymetli beğenin için çok teşekkür ederim. 2009 yılında kaydettiğimiz ilk çalışmadan bu yana naçizane gönlümüzde olan fikirleri hisleri yapabildiğim düzeyde kaydetmeye çalıştım. İlk albüm “gençlik” diye, şaka ile karışık ifade edebileceğim, o yaşıma değin nasip olduğu ölçüde edinebildiğimiz icra birikimini ifade etmeye çalıştığım bir yayındı.

Çok kıymetli bir dostumun vesilesi ile bana ulaşan, Acoustic Music’in daveti ile proje fikrinin ortaya çıktığı ikinci albümde ise, müzik medeniyetimiz tam  merkezinde olan çalıp-söyleme geleneği içerisinde, farklı bölgelerin söz söyleme kültürlerini, değişik bağlama çalım üsluplarını ön plana çıkartacak şekilde bir kayıt yapmaya çalıştık. 2016  yılında yayımlandı.

Ben ses icralarının da değişiklik sergilenerek sunulabileceği düşüncesine sahibim. Nasıl ki, saz çalarken eşiğe yakın yerde elde ettiğiniz sesin lezzeti ile orta bölgeden elde edilen sesin lezzeti ayrı hislere yol açıyorsa insan sesinin de böylece şekillendirilebileceğini düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim “ sezgisellik” kavramı ise kültürümüzde anlamanın çok yavaş bir eylem olup, hissetmenin anlamaktan önce gerçekleştiği düşüncesi üzerine kurulu. Biz önce hissediyoruz sonra anlıyoruz… Son albümde ise daha “kapalı” bir okuma şekli kullanarak, sözü dinleyici ile buluşturmadan önce müziğin kişilerin kendi gönüllerinde oluşturduğu hisler ile hem hal olması amacı doğrultusunda bir tasarım yapmaya çalıştık. Bunun yanında çok ihmal ettiğimiz ritim sazı tavırlarını da icralarımıza dahil etme gayretini gösterdik.

  • Engin: Bağlama yanında tanbur ve lavta gibi sazları da icra ediyorsun. Ayrıca geniş bir yelpazede müzikler dinliyorsun. Bizde, bağlama çalanlar sadece türkü dinler gibi bir algı da var. Neler dinlersin? Bunlar senin müziğini nasıl etkiler?
  • Evren: O sazlarımız amatör düzeyde bir uğraşıdan öteye geçmemekte. Açıkçası ülkemin, insanın doğrudan ciğerini sızlatan hissiyatını diğer müziklerden alamıyorum. Ama tabii ki hayranlık ile dinlediğim müzisyenler var. Bu sanatkarlardan bazıları Mischa Maisky, Toshiko Akiyoshi… Benim müziğime etkisini ise zaman gösterecektir… 
  • Engin: Bağlama, biliyorsun, yapısal olarak özellikle 1980 sonrası ciddi bir değişim geçirdi. Yaprak tekne kullanımına bağlı olarak daha geniş ağızlı ve yanaksız tekneler kullanılmaya başlandı. Sen ise eski formlu sazları daha çok seviyorsun ve bağlamada aradığın özel bir ses var; yeni sazlarda bulamadığın. Nasıl tarif edersin bu sesi? Kaybettiğimiz ne?
  • Evren: Bağlamada kanımca yanlış bildiğimiz doğrularımız var. Öncelikle bağlama çok yüksek ses çıkartan bir saz değil. Yani bir sazdan yüksek ses çıkması bir kriter değildir. Dikkat edilmesi gereken husus, kişinin kendi tonunu rahatça elde edebildiği bir yapıya sahip sazların tercih edilmesi. Örnek olarak bir sazı üç farklı kişi çaldığında üç farklı ton elde edilmesi gerekir. Oysa günümüzde çoğu bağlama her icracının elinde aynı tonu vermekte. Ses sazın içinde demlenmeden dışarı kaçıvermekte. Tabii bütün bunlar naçizane kendi görüşüm. Diğer icracı arkadaşlarım farklı düşünüyor olabilirler….

  • Engin: Sen sadece tanburayı değil bütün bağlama ailesi çalgılarını yüksek bir virtuozite ile çalıyorsun. Bugünlerde enstrümanı ile canbazlık yapan çok, fakat lezzet ve sadelik zor bulunuyor. Özellikle birkaç kez seni yakından bizzat izleme şansım olmuştu.Gerçekten etkileyici bir tarz… Hatta biliyorsun yabancı bir müzisyen dostumuz senin çalımın için “özlediğim bir icra” demişti; ne ironi değil mi?! J Peki, geleneksel icra nedir? Ya da bu doğru bir tanımlama olur mu? Sen kendini nerede konumlandırırsın? Bağlamanın “evrenselleştirilmesi” çabasına ne dersin? Bir çok yeni teknik, farklı icra biçimleri ortaya çıktı, çıkıyor. Gelenek kendini yeniden üretebilecek mi? Ben mesela, üretim anlamında halk müziğinin yirmi sene önce bittiğini düşünüyorum. Tekrar ediyoruz. Cep telefonun olduğu bir yerde öyle bir hissiyat tekrar üretilemez. Bu iyi ya da kötü de değil, bundan önce de pek çok müzik dönüştü yahut kayboldu. Sen neler düşünüyorsun?

 

  • Evren: Çok zor ikinci bir soru…

İnsanlık değerlerinin dikkat çekici bir yanı da toplum ve birey düzeyinde farklı olabilme yetisidir. Bu kişilerin ve toplumların kadim bağları ile olan ilişkileriyle doğru orantılı olarak mevcudiyetini devam ettirmekte… İşte insanlık düşünce ve his dünyasını ifade eden sanat ise,  hem köklü kültür ile olan ilişkisi, hem de farklı yorum  icraatı ile değerlendirilebilen bir varlık. Bu bağlamda ben herkese aynı ölçüde hitap edecek bir sanatın olmadığını düşünüyorum. Sanat alanında “evrensellik” kavramının insanın evrensel olma hakikati ile çeliştiğini savunuyorum. “Pazarlama”ya ve “aynılaştır”maya hizmet eden bir tuzak… Tekrar ediyorum insan toplumsal ve bireysel alanlarda farklı olabildiği ölçüde insanlık zümresi içerisinde yer alabilir.

Kadim bağlar mevzuuna geri dönecek olursak, her ne kadar kıyas yolu ile anlatmak yanlış bir tutum olsa da, bir ressam düşünün yeni bir stil ortaya koyuyor. Ama bunu yapmadan önce kendi sanat geleneğindeki akımları, teknikleri, yorumları gibi nice unsuru tahlil ediyor. Uygulama becerisini gösteriyor. Dolayısı ile yaptığı farklılık eğreti durmuyor bu doğal akışın bir parçası haline geliyor. Ve en önemlisi kendinden önceki eserleri “geri kalmış” olarak nitelendirmiyor.

Bizim topraklarımızdaki arayışlara bakıldığında en baştan “mahalli sanatçı” diye bir ayrım karşımıza çıkıyor. Nedir bu mahalli sanatçı? Veya “normal” sanatçı olup bütün Anadolu coğrafyası müziğini eksiksiz icra edebilen biri var mıdır?

Çoğunlukla yeni bir şey ortaya koymaktaki niyet, “muasır” bir zümreye hitap edebilecek seviyeye sanatı çekme misyonunu yerine getirmek oluyor. Bu bağlamda kendini kahraman zanneden niceleri var. Bu şu anlama geliyor. “Biz ‘mahalli ‘sanatçılardan aldığımız eksikleri olan müziği derin kültür ve müzik  hakimiyetimizle işliyoruz. Dinlenilebilir bir hale geldikten sonra olması gerektiği gibi sunuyoruz” bu düşünce ne kadar doğru okuyucuların takdirine bırakıyorum.

Müziğimizin yanlış anlaşılan bir yönü şudur ki; gelenek kendini birebir tekrar eden bir olgu değildir. Sabit kuralları yoktur. Örnek verecek olursak Doğan Zentur, Kadıoğlu Zeybeğini Saadettin Doğan gibi çalmaz. Çaldığı vakit daha ilk üflemesinden Doğan usta olduğu anlaşılır… Bahsettiğim farklılık hadisesi üslup özelinde de karşımıza çıkmaktadır.

Yıllarca bir müzik kültürünün “çok sesli” icra edilerek “çağdaş” olabileceği yanılgısı ile vaktimizin ve tat alma duygumuzun yitirildiğini düşünmekteyim. Dediğim gibi bütün bu denemeler doğası gereği yapılmadı; “hangi çağdayız artık böyle müzik mi kaldı?” veya “ Bu müzik bizim duygularımızı ifade etmeye yetmez” düşüncesinden hareketle ve müziğimizin, bu  anlayış üzerine kurgulanan ürünlerle reklam değeri kazanması hadisesinin ivmesi ile yapıldı. Düşünebiliyor musunuz? Çok sesli müzik dinleyen insanların daha “hümanist” daha “ açık görüşlü” olacağını savunan nice hocalarımızı gördüm. (herhalde Hindistan’ı sömürgeleştiren, Kuzey Afrika’da katliamlar yapan, yakın dönemde Roman oldukları için kendi vatandaşlarını sınır dışı eden devletler tek sesli müzikleri desteklemiş ve dinletmiş olacaklar…) Bütün müzik kültürleri benim düşünceme göre özeldir, bir üstünlük sergileyemez. Hepsi insanlık için önemli. Biri diğerinden daha değerli değil… Bu süreçte dinleyiciler olarak farklı ton, farklı üslup, farklı repertuar, farklı yorum gibi “minik” detaylardan keyif alma yetimizi çoğunlukla kaybettik.

Usta bir hat sanatkârı düşünün. Kağıda bir nokta koyuyor. Bakıldığı zaman çok basit. Fakat kırk kişi geliyor öyle bir icra yapamıyor. İşte 40-50 senelik emeğin ve ustalığın somutlaştığı an o nokta. Bizim geleneğimizde ustalık sade olmak ile eş değer. Tek mızrap vuruşu ustalığı ortaya koyar. Değmesi gelse öyle ton çıkartamaz. Büyük ustamız Niyazi Sayın hocamdan duyduğum bir cümleyi aktarmak istiyorum. Bir mecliste otururken, hocanın döneminden bir neyzen ismi söylediler ve sürekli detone üflediğini belirttiler. Niyazi Hoca şu cevabı verdi; “ah keşke… bende öyle bir ton çıkartsaydım da detone olsaydım…” Fakat günümüzde dinleyici görsel olarak yapılması zor zannettiği şeyleri alkışlamakta. Tabii genel sanat bilgisi ve algısı olan dinleyiciler için ise, bu tarz tüketime maruz kalmak tam bir işkence….

Bağlama kimsenin özel sahipliğinde olan bir çalgı değil. Hiç kimse hiç kimseye “yanlış çaldın şöyle olur böyle olur “… diyebilecek bir konumda da değil. Yalnız ben naçizane nasip olan dirayetimiz kadar yukarıda bahsettiğim çerçevede kalmaya çalışıyorum. Bu doğrumun, hakikate daha yakın olduğu hissindeyim. Tabii en doğrusunu Hakk bilir. Çok hoşuma giden bir Bektaşi duası vardır; “ Allah herkese çarşısına göre pazar versin” diye….

Bütün bu koşullar içinde benim nerede olduğumu ben söyleyemem ancak ileri ki dönemelerde dinleme zarafetini gösteren kişilerin belirleyeceği bir konumdur.

Yukarıda dediğim gibi kadim olmanın bir getirisi olarak üretimi birkaç senelik periyotlar değil 20-30 senelik dilimler ile değerlendirmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Esasında müzikler kaybolmadı sadece dinleyicilerini kaybettiler. Özel ilgi alanlarında müzik kültürleri devam etmekte. Bir noktada tekrar toplum ile buluşacaktır diye düşünüyorum… 

  • Engin: Gelenek demişken, senle zaman zaman bahsini yaptığımız için de anmadan geçmek istemiyorum, Talip Özkan’ın senin üstündeki etkisi ya da belki genel olarak gelenekteki yeri için ne dersin? Ya da bilmiyorum, özel olarak anmak istediğin biri var mıdır?
  • Evren: Ben bu soruya Musa Eroğlu Hoca’dan kulağımla duyduğum iki cümle ile cevap vermek istiyorum. “ Biz Talip Ökan gibi çalmaya çalışırdık… Yüzyıl sonrasının sazını çalmış” 

Aldığım kültürde küçüklerin büyükleri övmesi bir edepsizlik olarak algılanır. Müzik kültürümüz çok zengin, her icra eden ayrı bir tat bırakıyor gönüllerde… Bir veya birkaç kişiyi işaret etmek bu bağlamda doğru olamaz diye düşünüyorum.

Tabii aynı dönemi paylaştığımız yaşıtım veya bizden küçük, haddim olmayarak, başarılı bulduğum arkadaşlarımız var. Onlara da selam ederim. 

  • Engin: Ufukta yeni albüm var mı? Şu ara maalesef hepimiz evlerde kaldık ama bir albüm kaydettiğini biliyorum.
  • Evren: İnşallah… Birtakım kayıtlar yaptık ama malum salgın sebebi ile  daha hayırlı bir vakitte devam etme kararı aldık. İçeriği sürpriz olsun… 

(Not: Söyleşi yayıma hazırlanırken “Kapına Geldim” adlı bu albüm yayınlandı.)

  • Engin: Lütfedip bu söyleşiyi kabul ettiğin tekrar çok teşekkür ederim. En kısa zamanda bir İzmir konserinde buluşmak dileğiyle…
  • Evren: Ben teşekkür ederim. Sürçülisan ettiysek affola… Bütün okuyucularımıza sağlıklı günler dilerim…..

Söyleşi: Engin Topuzkanamış

Mehmet Evren Hacıoğlu’nu aşağıdaki bağlantılardan takip edebilirsiniz:

Spotify

Instagram

Facebook

 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top